18 Nisan 2010 Pazar

Köprünün Öte Yanındaki Adam (The Man Beyond the Bridge)

KÖPRÜNÜN ÖTE YANINDAKİ ADAM

2010 Yılı İstanbul Film Festivalinde izlediğim bu filmin bana göre en önemli özelliği, sevgi ve aşkın bireyin dünyasal kişiliğinden bağımsız, günlük bilinç düzeyinin ötesinde yaşanabildiğini gözler önüne sermesidir. Akli dengesi yerinde olmayan, ama yine de bir başka insanla ilişki kurabilen bir kadının varlığı… Onun yanında yaşamda ilişki namına pek bir şeyi kalmamış bir yalnız adam…

Adam uzun zaman ölen eşinin yasını tutmuştur. En son tek yakın dostu olan bir bayan arkadaşının uyarısı üzerine belki de artık dış dünyaya açılmanın zamanının geldiğini fark etmiştir. Aynen gerçek yaşamda olduğu gibi, her şeyin bizim hazır olmamızla ilgili olduğunu ve hazır olduğumuzda her hangi bir olayın bize otomatik olarak geldiği gerçeğini gösterir gibi filmde kadın bir şekilde adamın evinin oraya gelir ve orada barınmaya çalışır. Adam onu önce kovar ancak ondan kurtulamaz. Bazen kurtulamadığımız şeylerde bizi bekleyen hediyeler vardır… Burada da aynen böyle olur… Adam kadına bir çeki düzen vermeye karar verir… çünkü aslında her ne kadar ölen eşini özlüyor olsa da yalnızlıktan bıkmıştır. (Belki de kendimizle küçücük de olsa bir temasın olması bize gelen olayları reddetmemeye yarıyor kim bilir)… Adam da aynen öyle yapar… Kadını itmeyi bırakır… Bir araya gelirler… Doğru dürüst konuşamasalar dahi yine de günlük yaşam onlara iletişimi mümkün kılar… Gerek yemek yemek olsun, yıkanmak, ya da cinsellik deneyimi olsun, sadece zihni içeren konuşma aktivitesinin her zaman gerekmediği, bedensel ve ruhsal temasın mümkün olabildiği örnekler görürüz. Adamı gerçek dünyadan ayrı kılan iletişim boşluğu bu kadınla birlikte dolar ve derinleşir.
Ancak toplum bu kopuşa izin vermez ve müdahale etmeye başlarlar. Topluluğun kitle halinde nasıl şuursuzlaşabileceğini ve birey olunamamaktan kaynaklanan asıl “gerçek delilik” örneğini burada görürüz. Dışlama, tahribat, zarar verme, saldırma başlar. Filmimizde bu saldırıdan en çok kadın zarar görür ve kendi “güvenli dünya”sına yani ormana geri döner…

Toplum amacına ulaşmıştır… Adam yine yalnızdır ve toplum neden olduğu boşluğu doldurmak şöyle dursun, her zaman olduğu gibi rutin yaşantısına geri döner… Adam üzgündür ve karısını aramaktadır. Bir gün, kadın geri gelir… Bebek de kadınla birliktedir ve yine evlerine dönerler. Ancak toplum faktörü hala acımasız bir gerçektir. Yine aynı hayatı toplumla bir arada sürdüremeyeceğinin farkında olan adam kendi eviyle dış dünya arasında gidiş gelişi mümkün olan fiziksel köprüyü yıkar.

Film burada bize şunu söyler: Bazen birey olmak ve mutlu olabilmek adına toplumla aramızdaki köprüleri yıkmak durumunda kalabiliriz. Bu bir risktir ve içinde birçok sorunu barındırır ancak kendimizi topluma ifade etmek ve duruşumuzu sergilemek adına o sırada başka çaremiz olmayabilir. Filmin orijinal adına baktığımızda da “The Man Beyond the Bridge” yani asıl tercümesi “Köprünün Ötesindeki Adam” şeklinde görmekteyiz. Köprünün ötesinde olabilmek yani köprüyü aşmış olmak belki de yaşamdaki engelleri farklı görebilmek ve başka bağlantı yollarından yararlanmak anlamına gelmektedir. Bu gerçekten büyük bir cesarettir.

13 Nisan 2010 Salı

Serseri Mayınlar Üzerine...

SERSERİ MAYINLAR ÜZERİNE…

Geçen haftalarda seyrettiğim bu filmin oldukça fazla Psikolojik boyutu var… Bu boyutların en önde geleni de kendimize ve başkalarına gerçek olmak ve gerçeklerle baş etmekle ilgili…

Önce aile içinde kendimiz olabilmek ve olamamak… Sonunda karar verdiğimizde ise ilişkilerin bitmesini riske etmek… bir hayli cesaret gerektiriyor kesinlikle. Filmde de “eşcinsellik”ti gerçek olan. Mesele gerçekle baş etmek değildi, gerçeği ifade edebilmekti. İfade ettikten sonra aynı aile olamadı hiçbir zaman… Baba asla kabul edemedi gerçeği ve oğlan evden ayrılmak zorunda kaldı.
Bir başka gerçek büyükannenin yıllarca aileden bir başkasını sevip bunu saklayarak yıllarını geçirmiş olmasıydı. Belki de bu yüzden şeker hastalığına yakalanmıştı. Biliyoruz ki şeker hastalığı sevgili Louise Hay’e göre “Keşke…” duygusundan kaynaklanır. Keşke şöyle olsaydı diye yaşamaktan…
İlişkilerde gerçeklerle yüzleşmek bazen o gerçeklerle yaşamak kadar zor. Gizlemek, ifade etmemek, onu üzerinde örtülü tutarak yaşamak çok daha kolay.

Bu durumu birçok filmde, günlük yaşamda, iş hayatında ve tüm sosyal ilişkilerde görmekteyiz. Gerçekleri önce kendimizden daha sonra başkalarından saklamak hasta eder ruhumuzu… sonra da bedenimizi. Sonuç olarak ruh hastalandığında bir süre sonra yeteri kadar negatif enerji biriktiğinde beden de bir şekilde hastalanır. Peki o zaman ne yapmak gerekiyor? Gerçekle barışmak eğer çok zorsa…

Mesele şimdi zor görünene aldanarak savunma mekanizmaları geliştirmek yerine devam etmek… Gerçeği geçmişte, şimdide ve gelecekte kucaklayabilecek cesareti, konforun ve alışılmışın dışına çıkmayı uygulayarak gösterebilmek…
İşte o noktada hastalık yok olur, serseri mayınlar da sizi bulmaz…