7 Mayıs 2010 Cuma

29. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NDEKİ “ERKEKSİZ KADINLAR” FİLMİ ÜZERİNE

İran’da geçen bu filmin kuşkusuz en temel teması “Kadın, Özgürlük, Toplumsal Baskı ve Siyasi Gelişmeler” idi. Aslında isme bakıp yanılmamak lazım. Bu filmde erkek oldukça var olan bir öğe idi kadınların yaşamında. Özellikle tek tek karakterlere baktığımızda, her bir kadının yaşamında erkeğin mevcudiyetinin çok can acıtıcı bir boyutuna rastlamaktayız.

Önce Munis diye bir karakter var. Abisi tarafından ezilen, sokağa çıkmasına dahi izin verilmeyen, bir an önce evlenip evini bilmesinin istendiği ama içten içe politika ve siyaset aşkıyla yanıp tutuşan, günün neredeyse 24 saati radyoda siyasi olayları takip eden genç bir kadın. Bu kadın net bir kararla evlenmek istemiyor, sokaklarda direnişçilerle bir arada eylem yapmak istiyor. Tabii bu İran toplumunun kabul edemeyeceği bir şey. Dolayısıyla abisi evden çıkma yasağı getiriyor. Bu noktada tek çıkış noktasını ölmekte bulan Munis intihar ediyor ve filmde öldükten sonra istediği şeyleri gerçekleştirmeye başlıyor…

Daha sonra bir genelev kadını Zerrin ile karşılaşıyoruz. Tamamen yaşamdan bıkmış usanmış ve bir deri bir kemik kalarak yemeyen içmeyen bu kadın bir gün kaçış yolunu buluyor ve hamama giderek kendini kanatana kadar yıkanıyor. Daha sonra kendini ormana bırakıyor. Tam ölmek üzereyken diğer karakter Sadri ve bahçıvanı tarafından bulunuyor.

Sadri ise bir bürokratın eşi… Eskiden aşık olduğu erkeği hala umutsuzca seven bir kadın. O erkeğe tekrar rastlıyor bu yaşam döneminde ancak eşinden ayrılmaya hazır olduğunu bildirdiği halde eski sevgilisi hiçbir tepki vermiyor yani onun beklediği tepkiyi… Sadri bütün engel zannettiği evliliğinin aslında sevgilisi için bir bahaneden ibaret olduğunu görerek ama geri adım atamayarak bir meyve bahçesi olan şehir dışında bir büyük eve taşınıyor… Bazen kadınlar kurtuluşun bütün zincirleri yıkmakta saklı olduğunu zannederler. Bunun nedeni gerçek istekten çok, olan durumu kaldırmanın zorluğu karşısında çok radikal bir çıkış yaparak yaşamın bir anda değişeceğine dair basit bir anlayıştır; ama bu uzun vadede işe yaramaz. Nitekim eski sevgili partiye yeni nişanlısı ile gelme cüretinde bulunur ve Sadri’nin iç dünyası yine yıkıma uğrar.

4. ve son karakter ise Faezeh adıyla tanıdığımız, Munis’in çok yakın arkadaşı… O da tutkuyla Munis’in baskıcı abisine aşıktır. Abi başkasıyla evlenir ama Faezeh onu sevmeye devam eder. Tam her şeyden vazgeçip yollara düşer ki onun da yolu Sadri ile kesişir ve Sadri Zerrin’e yaptığı gibi Faezeh’e de kol kanat gerer. Ayrıca günün birinde Munis’in abisi çıkagelir ve Faezeh’ten 2. Eşi olmasını ister… Bu bir kurtuluş olmaktan öte Faezeh için yaşamın bitişi demek olur…
Bu dört kadının da ortak noktası erkekler ve buluştukları meyve bahçesidir. Bunun dışında farklı açılardan analiz edersek, Zerrin yaşam karşısında gerekli sorumluluğu bir türlü alamayan, hep yardıma muhtaç ve hasta bir kadın, Sadri geçmişe takılan, eskiyi bırakamayan ve kurtuluşu kadınlarla birlik içinde olmakta ve bir bakıma onları yönetmekte gören, Faezeh, aynı şekilde tutku içinde sevip ama karşılık alamadığı bir insana saplanmış yine çareyi yaşamdan daha da fazla uzaklaşmakta bulan, Munis ise bunların içinde biraz daha farklı olarak “siyaset ve toplum” ilgisi olan ama aynı zamanda da düşman askeri kendi tarafları tarafından vurulduğunda oturup düşman için de ağlayabilen bir kadın…

Film bu karakterler açısından trajedik bir sonla bitiyor. Yönetmen yine bir kadın ve filmi kadınların yenilgisi ile tamamlıyor. Filmin spiritüel-ölüm sonrası boyutları da var kuşkusuz ancak bunlar filme fantastik hava katmak dışında yani felsefik bir role sahip değil gibi. Kadınların özgürlük şansının olamadığı bir toplumun acısını gözler önüne sererken aynı zamanda kadının erkekten, dış dünyası bir yana aslında iç dünyasında bir türlü özgürleşemediğini, yani özgür düşünemediğini, duygulanamadığını ve davranamadığını görüyoruz.

29. İstanbul Film Festivalindeki "Çağrı" Filmi üzerine

Nisan ayında gerçekleşen İstanbul Film Festivalinde izlediğim “Çağrı” filmini yorumlamak istiyorum bu kez. Orijinal adı “The Calling” olan İngiliz yapımı ve bir kadın Yönetmene ait olan bu film kuşkusuz ergenlik, gençlik, din, inanç, aile ve özel ilişkilerin nasıl bir yumak olarak bütünsel bir sorun haline gelebildiğini gözler önüne seriyor…

Bir genç kız, özel bir çağrı aldığını hisseder ve bir manastıra yazılmak ister. Bakıcısı tarafından çocukluğundan beri dini öğreti mesajlarıyla büyümüş olan bu genç kız görünüşte her sağlıklı birey gibi bir sosyal hayatı olan, sevdiği özel bir erkek arkadaşı ve biraz dağılmış olsa da iyi kötü bir ailesi olan bir kızdır. Bu çağrı, kıza ne şekilde ve nasıl gelmiştir, film buna odaklanmıyor, film asıl gelen çağrının sonuçlarının ne olabildiğini gösteriyor.

Kıza öncelikle annesi çok karşı çıkar. Sonuçta manastıra kapanan kızını artık kısıtlı olarak görebilecektir. Kendi eşi ile de ayrılmış olduğu için kızına çok fazla bağlanmış ve yaşamını onun etrafında döndürmektedir. Birçok ebeveynin kendi yaşamlarındaki sorunları bireysel olarak çözmek yerine çocuklarının yaşamlarına müdahale etmeyi seçtiklerini burada açıkça görürüz. Kız diş hekimliği okumaktadır bu arada… Anne-babasının mesleği de budur ve bu mesleği kızın bir şekilde devam ettirmesini istemektedirler ama kız dinlemez.

Kızın bir de erkek arkadaşı vardır… Kız, her ne kadar onu sevse de… ya da belki çok da sevmez, kararından vazgeçmediği için çocuk kendi hayatına son verir. Yine herkes kızı suçlar. Ancak kız bağımsız bir seçim yapmakta ve insanlar buna bir şekilde tepki vermektedir. Tepkilerinin sorumluluklarını kendileri taşıyacakları yerde karşı tarafı suçlama eğilimine girerler. Burada da kıza tam bir katil gözü ile bakılır. Kız seçimine ısrarla devam eder.

Bu arada manastırda enteresan olaylara ve durumlara şahit oluruz. Bunlardan bir tanesi de rahibelerin aslında birer “din insanı” olmaları ve bütünlük içinde Tanrı görevinde olmalarını beklerken diğer insanlardan çok farklı olmayarak arzuları, kıskançlıkları, iç ve dış çatışmaları olduklarını görürüz. Bu çatışmalar o kadar belirginleşir ki çağrıyı alan kız bunlara bir anlam veremez. Burada düşündüğüm şey şu: Hiçbir kimsenin sırf “olmam gerektiği için yapayım”ı değil, “olanı kabul edip yaşam seçimlerini buna göre yapmaları” yönünde olmasıdır. O zaman çatışmalar daha az olur, kabul daha fazla… Huzur daha fazla olur. Burada olan, “rahibe” kimliği ve kisvesi altında aslında o göreve kişilik ya da bireysel ihtiyaçlar açısından hiç uygun olmayan bireylerin bir takım “başka sözde ihtiyaçlar (para, güvenlik-sığınacak bir ortam-kutsal bir görev yapıyor olma hissi)” adına bu görevi sürdürmelerinin yavanlığı ve sahteliğidir. Asıl olan gerçek olmaktır ve hayatı kendi gerçeğine göre yaşamaktır.

Sonunda kızın ısrarları bir ölüm olayını daha gündeme getirir. Bu sefer annesi hastalanır ve ölür. Büyük ihtimalle bir çıkış yolu bulamamış olmaktan, yaşamı tekrar yaratacak isteği ya da cesareti olmadığı için yaşam enerjisi düşer ve hastalanır. Kız annesi öldükten sonra da manastırdan ayrılmaz ancak belki biraz suçluluktan belki de artık hesap vermek zorunda olduğu birileri kalmadığından dolayı daha da özgürleşmiş olma duygusundan diş hekimliğini dini görev ile birleştirerek Afrika’da bir klinik kurar. Sonuçta artık onu eleştiren, gözeten ve uyaran kimse kalmamıştır. Hikaye mutlu bir tablo ile son erer. Filmin yönetmeninin de bir kadın olduğunu varsayarak, filmde satır araları olarak işlenen kadına ait temalar bence şunlardı: “Kadın ve bireysellik”, “Kadın ve isteklerinin üzerine gitme, ilişkilere boyun eğmeme ve hedef odaklı olma”, “Dinsel görevlerin sorgulanması…”vs.

18 Nisan 2010 Pazar

Köprünün Öte Yanındaki Adam (The Man Beyond the Bridge)

KÖPRÜNÜN ÖTE YANINDAKİ ADAM

2010 Yılı İstanbul Film Festivalinde izlediğim bu filmin bana göre en önemli özelliği, sevgi ve aşkın bireyin dünyasal kişiliğinden bağımsız, günlük bilinç düzeyinin ötesinde yaşanabildiğini gözler önüne sermesidir. Akli dengesi yerinde olmayan, ama yine de bir başka insanla ilişki kurabilen bir kadının varlığı… Onun yanında yaşamda ilişki namına pek bir şeyi kalmamış bir yalnız adam…

Adam uzun zaman ölen eşinin yasını tutmuştur. En son tek yakın dostu olan bir bayan arkadaşının uyarısı üzerine belki de artık dış dünyaya açılmanın zamanının geldiğini fark etmiştir. Aynen gerçek yaşamda olduğu gibi, her şeyin bizim hazır olmamızla ilgili olduğunu ve hazır olduğumuzda her hangi bir olayın bize otomatik olarak geldiği gerçeğini gösterir gibi filmde kadın bir şekilde adamın evinin oraya gelir ve orada barınmaya çalışır. Adam onu önce kovar ancak ondan kurtulamaz. Bazen kurtulamadığımız şeylerde bizi bekleyen hediyeler vardır… Burada da aynen böyle olur… Adam kadına bir çeki düzen vermeye karar verir… çünkü aslında her ne kadar ölen eşini özlüyor olsa da yalnızlıktan bıkmıştır. (Belki de kendimizle küçücük de olsa bir temasın olması bize gelen olayları reddetmemeye yarıyor kim bilir)… Adam da aynen öyle yapar… Kadını itmeyi bırakır… Bir araya gelirler… Doğru dürüst konuşamasalar dahi yine de günlük yaşam onlara iletişimi mümkün kılar… Gerek yemek yemek olsun, yıkanmak, ya da cinsellik deneyimi olsun, sadece zihni içeren konuşma aktivitesinin her zaman gerekmediği, bedensel ve ruhsal temasın mümkün olabildiği örnekler görürüz. Adamı gerçek dünyadan ayrı kılan iletişim boşluğu bu kadınla birlikte dolar ve derinleşir.
Ancak toplum bu kopuşa izin vermez ve müdahale etmeye başlarlar. Topluluğun kitle halinde nasıl şuursuzlaşabileceğini ve birey olunamamaktan kaynaklanan asıl “gerçek delilik” örneğini burada görürüz. Dışlama, tahribat, zarar verme, saldırma başlar. Filmimizde bu saldırıdan en çok kadın zarar görür ve kendi “güvenli dünya”sına yani ormana geri döner…

Toplum amacına ulaşmıştır… Adam yine yalnızdır ve toplum neden olduğu boşluğu doldurmak şöyle dursun, her zaman olduğu gibi rutin yaşantısına geri döner… Adam üzgündür ve karısını aramaktadır. Bir gün, kadın geri gelir… Bebek de kadınla birliktedir ve yine evlerine dönerler. Ancak toplum faktörü hala acımasız bir gerçektir. Yine aynı hayatı toplumla bir arada sürdüremeyeceğinin farkında olan adam kendi eviyle dış dünya arasında gidiş gelişi mümkün olan fiziksel köprüyü yıkar.

Film burada bize şunu söyler: Bazen birey olmak ve mutlu olabilmek adına toplumla aramızdaki köprüleri yıkmak durumunda kalabiliriz. Bu bir risktir ve içinde birçok sorunu barındırır ancak kendimizi topluma ifade etmek ve duruşumuzu sergilemek adına o sırada başka çaremiz olmayabilir. Filmin orijinal adına baktığımızda da “The Man Beyond the Bridge” yani asıl tercümesi “Köprünün Ötesindeki Adam” şeklinde görmekteyiz. Köprünün ötesinde olabilmek yani köprüyü aşmış olmak belki de yaşamdaki engelleri farklı görebilmek ve başka bağlantı yollarından yararlanmak anlamına gelmektedir. Bu gerçekten büyük bir cesarettir.

13 Nisan 2010 Salı

Serseri Mayınlar Üzerine...

SERSERİ MAYINLAR ÜZERİNE…

Geçen haftalarda seyrettiğim bu filmin oldukça fazla Psikolojik boyutu var… Bu boyutların en önde geleni de kendimize ve başkalarına gerçek olmak ve gerçeklerle baş etmekle ilgili…

Önce aile içinde kendimiz olabilmek ve olamamak… Sonunda karar verdiğimizde ise ilişkilerin bitmesini riske etmek… bir hayli cesaret gerektiriyor kesinlikle. Filmde de “eşcinsellik”ti gerçek olan. Mesele gerçekle baş etmek değildi, gerçeği ifade edebilmekti. İfade ettikten sonra aynı aile olamadı hiçbir zaman… Baba asla kabul edemedi gerçeği ve oğlan evden ayrılmak zorunda kaldı.
Bir başka gerçek büyükannenin yıllarca aileden bir başkasını sevip bunu saklayarak yıllarını geçirmiş olmasıydı. Belki de bu yüzden şeker hastalığına yakalanmıştı. Biliyoruz ki şeker hastalığı sevgili Louise Hay’e göre “Keşke…” duygusundan kaynaklanır. Keşke şöyle olsaydı diye yaşamaktan…
İlişkilerde gerçeklerle yüzleşmek bazen o gerçeklerle yaşamak kadar zor. Gizlemek, ifade etmemek, onu üzerinde örtülü tutarak yaşamak çok daha kolay.

Bu durumu birçok filmde, günlük yaşamda, iş hayatında ve tüm sosyal ilişkilerde görmekteyiz. Gerçekleri önce kendimizden daha sonra başkalarından saklamak hasta eder ruhumuzu… sonra da bedenimizi. Sonuç olarak ruh hastalandığında bir süre sonra yeteri kadar negatif enerji biriktiğinde beden de bir şekilde hastalanır. Peki o zaman ne yapmak gerekiyor? Gerçekle barışmak eğer çok zorsa…

Mesele şimdi zor görünene aldanarak savunma mekanizmaları geliştirmek yerine devam etmek… Gerçeği geçmişte, şimdide ve gelecekte kucaklayabilecek cesareti, konforun ve alışılmışın dışına çıkmayı uygulayarak gösterebilmek…
İşte o noktada hastalık yok olur, serseri mayınlar da sizi bulmaz…