7 Mayıs 2010 Cuma

29. İstanbul Film Festivalindeki "Çağrı" Filmi üzerine

Nisan ayında gerçekleşen İstanbul Film Festivalinde izlediğim “Çağrı” filmini yorumlamak istiyorum bu kez. Orijinal adı “The Calling” olan İngiliz yapımı ve bir kadın Yönetmene ait olan bu film kuşkusuz ergenlik, gençlik, din, inanç, aile ve özel ilişkilerin nasıl bir yumak olarak bütünsel bir sorun haline gelebildiğini gözler önüne seriyor…

Bir genç kız, özel bir çağrı aldığını hisseder ve bir manastıra yazılmak ister. Bakıcısı tarafından çocukluğundan beri dini öğreti mesajlarıyla büyümüş olan bu genç kız görünüşte her sağlıklı birey gibi bir sosyal hayatı olan, sevdiği özel bir erkek arkadaşı ve biraz dağılmış olsa da iyi kötü bir ailesi olan bir kızdır. Bu çağrı, kıza ne şekilde ve nasıl gelmiştir, film buna odaklanmıyor, film asıl gelen çağrının sonuçlarının ne olabildiğini gösteriyor.

Kıza öncelikle annesi çok karşı çıkar. Sonuçta manastıra kapanan kızını artık kısıtlı olarak görebilecektir. Kendi eşi ile de ayrılmış olduğu için kızına çok fazla bağlanmış ve yaşamını onun etrafında döndürmektedir. Birçok ebeveynin kendi yaşamlarındaki sorunları bireysel olarak çözmek yerine çocuklarının yaşamlarına müdahale etmeyi seçtiklerini burada açıkça görürüz. Kız diş hekimliği okumaktadır bu arada… Anne-babasının mesleği de budur ve bu mesleği kızın bir şekilde devam ettirmesini istemektedirler ama kız dinlemez.

Kızın bir de erkek arkadaşı vardır… Kız, her ne kadar onu sevse de… ya da belki çok da sevmez, kararından vazgeçmediği için çocuk kendi hayatına son verir. Yine herkes kızı suçlar. Ancak kız bağımsız bir seçim yapmakta ve insanlar buna bir şekilde tepki vermektedir. Tepkilerinin sorumluluklarını kendileri taşıyacakları yerde karşı tarafı suçlama eğilimine girerler. Burada da kıza tam bir katil gözü ile bakılır. Kız seçimine ısrarla devam eder.

Bu arada manastırda enteresan olaylara ve durumlara şahit oluruz. Bunlardan bir tanesi de rahibelerin aslında birer “din insanı” olmaları ve bütünlük içinde Tanrı görevinde olmalarını beklerken diğer insanlardan çok farklı olmayarak arzuları, kıskançlıkları, iç ve dış çatışmaları olduklarını görürüz. Bu çatışmalar o kadar belirginleşir ki çağrıyı alan kız bunlara bir anlam veremez. Burada düşündüğüm şey şu: Hiçbir kimsenin sırf “olmam gerektiği için yapayım”ı değil, “olanı kabul edip yaşam seçimlerini buna göre yapmaları” yönünde olmasıdır. O zaman çatışmalar daha az olur, kabul daha fazla… Huzur daha fazla olur. Burada olan, “rahibe” kimliği ve kisvesi altında aslında o göreve kişilik ya da bireysel ihtiyaçlar açısından hiç uygun olmayan bireylerin bir takım “başka sözde ihtiyaçlar (para, güvenlik-sığınacak bir ortam-kutsal bir görev yapıyor olma hissi)” adına bu görevi sürdürmelerinin yavanlığı ve sahteliğidir. Asıl olan gerçek olmaktır ve hayatı kendi gerçeğine göre yaşamaktır.

Sonunda kızın ısrarları bir ölüm olayını daha gündeme getirir. Bu sefer annesi hastalanır ve ölür. Büyük ihtimalle bir çıkış yolu bulamamış olmaktan, yaşamı tekrar yaratacak isteği ya da cesareti olmadığı için yaşam enerjisi düşer ve hastalanır. Kız annesi öldükten sonra da manastırdan ayrılmaz ancak belki biraz suçluluktan belki de artık hesap vermek zorunda olduğu birileri kalmadığından dolayı daha da özgürleşmiş olma duygusundan diş hekimliğini dini görev ile birleştirerek Afrika’da bir klinik kurar. Sonuçta artık onu eleştiren, gözeten ve uyaran kimse kalmamıştır. Hikaye mutlu bir tablo ile son erer. Filmin yönetmeninin de bir kadın olduğunu varsayarak, filmde satır araları olarak işlenen kadına ait temalar bence şunlardı: “Kadın ve bireysellik”, “Kadın ve isteklerinin üzerine gitme, ilişkilere boyun eğmeme ve hedef odaklı olma”, “Dinsel görevlerin sorgulanması…”vs.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder